24 Haziran 2009 Çarşamba

Norah McClintock, Ölü ve Kayıp



yazarlara olan manyakça bağlılığım, türler için de sözkonusu. blogumun da bunda etkisi var gibi. sanki bütünlüğü bozmak istemiyorum...

bir de yeni yazarlar denemek peşindeyim. atatürk kitaplığına üye oldum ve haftada 2 kitap okuyabiliyorum. para vermediğim için riske girmemiş gibi hissedebiliyorum kendimi ve yeni yazarlar denemek pek de eğlenceli geliyor.
eski güzel günlerdeki gibi kapak tasarımlarının, arka kapak yazılarının beni avuçları içerisine almasına izin veriyor, kolaylıkla teslim oluyorum...

bu kitap daha açar açmaz ufak çapta bir düşkırıklığı idi aslında. yazarı tanıtan küçük yazıda "çocuk polisiye ödülü" aldığından bahsediyordu. ve sayfayı çevirip başlamaya hazırlandığımda yazıların kocaman kocaman olduğunu görünce hayıflandım biraz. çocuk kitabı okumayı severim gerçi ama onun iyisini bulmak, yetişkinler için olanlara oranla daha zordur sanki.

Norah ablamız kitabı 2004'te yazmış ve 2006'da da Can Yayınları taze taze çevirip basmış. Kendisinin kanadalı olduğunu öğrenmek de nedense biraz daha sıcak bakmamı sağladı kitaba. yine de içimden şunu geçirdiğimi hatırlıyorum: " kanada'da cinayet oranı çok düşük, nasıl alengirli bişeyler yazabilir ki?"
yine de diyebilirim ki, bu kitabı satın almış olsaydım, okuduktan sonra etrafımdaki herhangi bir ergene keyifle hediye eder ve onun da memnun olacağını düşünürdüm.

öyküye gelince...
"ben" diliyle anlatılıyor ve bu "ben" de sevmesi çok kolay bir Mike McGill, 14 ya da 15inde galiba. henüz 2 kızarkadaşı olmuş. Riel ile yaşıyor ki acaba yaşı yaşıma uygun olduğundan mı, o da pek sevilesi bir karakter. eski polis, yeni tarih öğretmeni, aman aslında çok kuralcı falan ama ifade şekilleri hoş herhalde ki benim kanım kaynadı kendilerine.

Mikecığımızın ana babası ölü, ve yanında yaşamakta olduğu dayısı da ölünce -ki tüm bunlarda da bir gizem havası var- Riel (adı da pek hoş değil mi?) kendisini evlat edinmiş. nedenini bilemiyorum. söylenmemiş. muhtemelen Mike'ın başından geçen başka olaylar da kitap olmuş ama herhalde kapağa "Mike Mcgill polisiyesi" yazmadıklarından emin olamıyoruz.

efendim, riel'in polisliği bırakmasına sebep olan eski bir olay, ve onunla bağlantılı olabilecek yeni bulgular, zengin, güzel ve şımarık bir kız, yani tüm klişeler tamam. ancak tumturaklı bir şekilde değil, gayet Mike'ın ağzından ve çok da sade bir şekilde anlatıldığı için tortusuz bir hazla ve çok çabuk nihayete eriyor kitap.
o kadar tortusuz ki buraya yazmasam, bu kitapla ilgili herşeyi unutabilirim.


Ruth Rendell, Ölüme Giden Yol



her zamanki benzer maymun iştahlılığımla, başladım artık bitireyim modu ile saldırıp bir arkadaştan ödünç aldım bu kitabı.

duygusal okur. yazarı bir kere sevmeye karar vermeyegörsün...

gerçi oldum olası aynı yazardan peşpeşe okumayı severim. sanki bu şeklide daha çok haz alınır yazdıklarından, kitabı okurken etrafımızda oluşan sabunköpüğü kırılganlığındaki dünya sanki peşpeşe okuyunca pekişir iyice de, gerçek hayatın herşeyi unutturan, herşeyden uzaklaştıran baştançıkarıcılığına daha zor yenik düşeriz. gibi.
mutlaka bir "bunu da bitireyim" kaygısı da var. bu yazarı da yani... eh okuduğum kişilerin çokluk ölü olduğu düşünülecek olursa, bunu becermek de mümkün görünüyor. (aman haşa, Ruth Rendell henüz hayatta, '30 doğumlu kendisi)

gelelim Ölüme Giden Yol'a, özellikle önereceğim bir kitap değil. hatta oldukça yavan. öykü basit, kurgu da öyle. e tabi günümüzde polisiye, ya da gerilim beklentilerimizin çıtaları çok yükseldi diyebilirim. yine de bu savunma bence kitabı kurtarmıyor.

fakat bu demek değil ki kötü bir kitap ve bitirene kadar canım çıktı. hayır hiç öyle değil. sadece hani "harikulade, illa okuyun" diyemiyorum. "cazip" değil. her zamanki gibi ruth ablamızın ağır, kişilerin "an"larda düşünüp, hissettiklerini ön plana çıkaran anlatımı romana hakim. kahramanın basit bir aile babası olması, kızları ile ilişkileri, karısına duydukları, herşey neredeyse "gerçek hayat sıradanlığında". hani etrafa biraz içimizden seslendirerek baksak, göreceğimiz yine bu, neden okuma "zahmetine" girmeli ki? denebilir.

ve bir de çok alıştık biz kahramanın "bir bildiği"nin olmasına. fakat burada Wexford (kahramanımız) gayet senin benim gibi. yanlış yollara sapabiliyor, içinde doğmuş olanın beklentisi karşılıksız çıkabiliyor. hepimiz gibi. zekası, tecrübesi ve değer sisteminin tutarlılığı belki onu bizden ayıran. daha ilahi bir hale ile donatmıyor onu yazar

konudan hiç bahsetmemişim.
mmm, bi kere bulunan bir genç kız cesedi var. bu bir alman turist. sonra bir de yapımına başlanmakta olan bir çevre yolu var. kitap 1997'de yazılmış. bu yüzden günümüze yakın ögeler var. çevreye hassas gruplar, az da olsa cep telefonu kullanımı...
evet çevreyolunun yapımı büyük tepki toplar, çeşit çeşit çevreci örgüt gelerek protestolar ve engelleme çalışmaları yapar. bu sırada kimliği belirsiz kişilerce, birbiriyle hiçbir bağlantısı (pardon içlerinden 2si karıkocadır) olmayan 5 kişi kaçırılır ve çevreyolu inşaatının durdurulması istenir. kaçırılanlar arasında bu davaya bakacak olan polis ekibinin başındaki Wexford'un karısı Dora da vardır...

18 Haziran 2009 Perşembe

J.G. Ballard, Güneş İmparatorluğu


2. dünya savaşı. jamie, refah içerisinde şangay'da yaşamakta. zengin bir ingiliz ailenin çocuğu. şoförleri, hizmetkarları, Packard marka bir arabaları var. yüksek hayal gücü olan, uçaklara meraklı bir çocuk.


japonların Pearl Harbour baskınından sonra Şanghay'ı ele geçirmesiyle kendisini hastanede bulur. ailesine ulaşamaz. hastaneden kaçar, evine gider ancak kimse yoktur ve eve ondan önce gelinmiştir. ortalık darmadağınıktır. bir süre orada kalıp ailesini bekler, ve başka terkedilmiş evlere girip çıkarak konaklar, kilerlerindekilerle beslenir ancak etrafındaki tehlike artmaktadır ve en büyük tehlike de açlıktır.
bundan sonra teslim olmaya çalışır ki bu da hiç kolay değildir. kimse sorumluluğunu almak istemez, görmezden gelinir, itilir kakılır. en sonunda bir toplama kampına alınır ve savaş bitene kadar 3 yıl burada kalır. ancak savaşın bitmesiyle gökkuşakları ve mutluluk gelmez, savaş sonrası kargaşa da bir süre için en az savaş zamanı kadar tehlikeli olacaktır.

evlerinin bahçesindeki boş havuzun içerisinde.


savaşla ilgili kitapları pek sevmem. ne de filmleri. ancak bunda duygusallığa pek yer verilmemiş, yoksa okuyana kadar litrelerce gözyaşı dökmek zorunda kalırdım. ama hayır, en acıklı durumlar bile çok yalın anlatılmış. jim'in ölümlere, cesetlere, tüm diğer görmek duymak, hayal etmek bile istemediğimiz şeylere yaklaşımında da ajitasyonun a'sı yok. atmosfer dehşete düşürücü ve bazen de tiksindirici. okuyan için işler zorlaşabiliyor. özellikle birşeyler atıştırarak okumayı seviyorsa.

ballard'ın benim okuduğum kitaplarına göre çok farklı bu. çok fazla gerçek, hatta fazla somut. ballard tüm ballardlığını jim'in kafasında sınırlamış. orada bile kendini çok dizginlemiş olmalı çünkü hayaller kopup gitmiyor, yaşama, hayatta kalma telaşı içerisinde, algılarla duygular arasındaki kısa cümlelerde ışıldayıveriyorlar.

kitap boyunca jim'e acımaktan kendimi kurtaramasam da bir yanımla ona sonuna kadar güvendim. öyle güzel bir karakter ki, hani jim'i anlatan başka kitaplar da olsun istiyorum. Eh aşağıdaki bilgilere bakarak ballard'ın kitaplarını her okuduğumda Jim'e tanık olduğumu da söyleyebilirim sanırım...

vikipedi'den alıntı:

James Graham Ballard (15 Kasım 1930 - 19 Nisan 2009) Şanghay'da doğan İngiliz asıllı bilimkurgu yazarıdır. Bilimkurgu edebiyatta teknoloji tapınmacılığına karşı çıkan Yeni Dalga'nın seçkin temsilcilerindendir.

Ballard ve ailesi Pearl Harbour baskınından sonra diğer yabancılarla birlikte bir sivil tutsak kampına gönderildi. 1942 yazından savaşın bitimine kadar burada kaldılar. Ballard, tutsak kampında yaşadıklarını temel alarak 1984'te Güneş İmparatorluğu (Empire of the Sun) adlı kurmaca kitabını yazdı. Bu kitap daha sonra Steven Spilberg tarafından beyazperdeye uyarlandı (1987). Bilim ve teknolojiye karşıt tutumunun şekillenmesinde, bu dönemdeki tutsaklar kampı, savaşın meydana getirdiği yıkım ve felâket gibi dramatik tecrübelerin büyük etkisi olduğu düşünülür. Özellikle atom bombasının meydana getirdiği fâcia, Ballard'ın eserlerinde kıyamete özgü felâketlerle imgesini bulur.


Filmi duymuştum ama izlememiştim (eh izlemek farz oldu şimdi) imdb deki linki için:
http://www.imdb.com/title/tt0092965/


hem de christian bale oynuyormuş. son dönemin yükselen yıldızı, bak seeeen. John malkovich de varmış. mmm.






17 Haziran 2009 Çarşamba

lawrence block, kendini Humphrey Bogart sanan hırsız



söylemeye gerek yok. bu okuduğum ilk bernie rhodenbarr polisiyesi değil, hayır.



bunlar kitaplığımdaki diğer bernieler. arada kaçırdığım da olabilir. ancak, hani elime biri zorla tutuşturmadıkça sanırım bir tane daha okumayacağım. hatta tam bu cümleyi yazarken hatırladım ki, bir önceki seferde de aynen böyle demiştim. ama işte insan bir sürü kitabın arasında tanıdık bişeyler görünce, kendini tutamıyor. aynen çalıştığınız yerdeki pek de hoşlanmadığınız birini, dışarının kalabalıkları içerinde birden karşınızda buluverince kendiliğinden oluşan o aydınlık gülümseme gibi.

neden bernie rhodenbarr a bir dur dedim? offf, çünkü meğer ne çok konuşuyormuş. ne çok ne çok. ilk okuduklarımda carolyn bu kadar yoktu.
carolyn, bernie'nin en bi kankasıdır ve kendisi bir köpek yıkama fabrikası (!) sahibidir. 2 kedisi vardır ve 3. yü alıp ucubeleşme fobisi vardır (ki bu sebepten bernie'mizin de bir kedisi olmuştur) lezbiyendir. bernie'nin sevgililerinden biriyle macera yaşamıştır. zaten sık sık kısa maceralar yaşar, formunu kaybetmemek için her gün bir parça içer, şenlikli bir karakterdir ancaaaaak, yazarımız lawrence amca onu gitgide sevimsizleştirdi. ya da bana öyle geliyor. bernie ile biraraya geldiklerinde bikaç sayfa ileri atlamak istiyorum artık. hani kafede bir arkadaşınla oturursun da birisi gelir ve canın şimdi derhal uzaklaşıp, gelen geveze gittikten sonra dönüp kaldığın yere dönmek istersin. aynen öyle işte. bu saçmasapan diyalogları yazan adam, ağırbaşlı matthew scudder polisiyelerini yazan aynı adam mı dedirtiyor! (lawrence block'un, polisiye sevenlerce daha bir prestijli bulunan -ne demekse- polis karakteri)

bu arada kahramanımızı anlatmadan arkadaşını anlatmış olduk.

kahramanımız usta bir hırsızdır. bu işi çok sever. ek iş olarak ise sahaf sahibidir. kitap alır satar. hırsızlık geçmişte kalmış gibi davranır. bu kitaptan öncekilerde eldivenin avuç içini keserek kullanırdı ama sanırım ameliyat eldivenlerinin piyasada kolaylıkla bulunabilmesinden dolayı artık bundan vazgeçti. çalışacağı geceler ağzına damla koymaz. kıvrak zekalıdır. hırsızlığına bağlı olarak mutlaka birileri bir cinayet işler ve bizimki de bunu çözmek durumunda kalır. kitabın sonunda işle alakalı herkesi toplayarak bir hercule poirot sahnesi ile olayı açıklamayı sever. çok da keyifli olur. (ama dedim ya yaşlandıkça çenesi düşüyor)


ray kirschmann da polistir. bernie'nin namusa geldiğine ikna olmamıştır ve her seferinde gelip kapısına dayanır. aralarında bir tür sevgi-nefret ilişkisi vardır ki aslında çokluk bundan karla çıkan ray olur çünkü o polis olmasına rağmen bizim bernie kadar namuslu değildir.



bu kitapta ufak bir aşk macerası denemesi vardı, ve Ilona bana ruth rendell'in cam hançer'indeki tuhaf isimli hasta hatunu hatırlattı. sona doğru olan vedalaşma sahnesinde "dalga mı geçiyosun???" demek istedim.tam anlamıyla saçmalıktı. neden böyle yaptı bu yazar anlamadım. işte, yine kahramanının arkasında duramayan, onu bir klişeye harcayan yazar modeli!!! sırf o sahne yüzünden seriden başka bir tane okumamak lazım. mmm ya da belki, sadece ilk çıkanlardan okumalı.

matrak olan başka bir şey de kitapta sürekli sue grafton a atıflar olması. carolyn onun kitabını okur. bernie de sıkı bir takipçisidir. çeviri hatalarından olsa gerek "tren'in a sı" gibi bir sue grafton kitabından bahsediyor. dalga geçiyordur belki de, ya da bilemiyorum "a for alibi" ya da türkçede çıkan adıyla "ateşin a'sı" na nasıl bir bağlantı... belki de yanlış yerden bakıyorum, neyse... (sonunda da "cladius'ın I'sı geçiyor. tamamen atıyor bence)

toparlamak gerekse, serinin ilk kitapları çok leziz, çok keyifli, ancak ratingi düşen dizi misali ekrana yapışıp kalabilmek için zırvalanmış denemeler gibi beni soğutan, buz gibi eden bu tatsızlığa kırım kırım kırılıyorum...

tüm bernie rhodenbarrlar için bir link:
http://www.ideefixe.com/vitrin/aramasonuc.asp?SearchTerm=bernie+rhodenbarr&Shop=0&filter=01


11 Haziran 2009 Perşembe

Sessizliğin S'si, Sue Grafton



serinin bu kitabında ilk kez kinsey kızımızın anlatımının dışında anlatımlar görüyoruz. bir kaç bölümde bir, kitap geçmişten, flashback'ler getiriyor. tanımadığımız, varolmayan, tanrısal bir gözün ağzından... ben bunu sevdim mi? hayır. sanırım sue grafton, seriyi monoton buldu, ya da aynı şekilde yazmaktan sıkıldı ve yeni birşeyler denedi. sevdiğim pekçok şeyde değişikliğe ayak direrim, insan tabiatı öyledir muhtemelen, bunu bildiğim için acaba böyle de sevemez miyim diye sordum kendime. cevap olumsuzdu. sevemedim.

"S" de sevemediğim, ya da eksikliğini duyduğum başka şeyler de var. ev sahibi ile, Rozi ile, sevgilisi ile arasında hiçbirşey olmuyor! hiç! halbuki ne şenlenirim kinsey kızımızın bu asosyal sosyalleşmelerine tanık olmaktan.
ofisini de özledim. bir ara ortaya çıkan aile bağlarına da boşverilmiş... çok dımdızlak kalmış sanki kinseyciğim. hani zaten yabanidir ama...
serinin diğer kitaplarına göre çok daha kalın bir kitap üstelik. evet, alfabenin sonuna yaklaşırken yazarımız sue grafton mızmızlanmaya başlamış bana kalırsa. en harikulade karakteri bile defalarca yazmak bunaltır herhalde. agatha christie Poirot'ya nasıl katlandı acaba?



olumlu birşeyler söylemeyi çok istiyorum, çok sevdiğim bir seri sözkonusu tabi burada, ancak kitabın sonundan da umduğum tatmini alamadım. üstelik bunca "kinsey millhone polisiyesi"nden sonra biliyorum ki, bu kitabın sonu benim meraklı dedektifimi de kesmez. kesmemeli. ama yazarlar da bazen kahramanlarını ihmal edebilirler demek ki, onların ihtiyaçları yokmuş gibi yapabilirler. biz okur da, "işşallah T güzeldir" der bekleriz:)

DİKKAT: arka kapaktaki bilgiler için arka kapak resmi tıklansın. konuyu anlatmaktan hoşlanmayan blog yazarı, arka kapağı sırf bu yüzden oraya koymuş olabilir.

(bu arada, illa ki Kinsey Millhone ile ilgili bir yazı hazırlanacaktır.)


Sınırsız Rüyalar Diyarı, J.G. Ballard



yazarın kendi hayal gücüne kendini kaptırmış, gidebildiği kadar gitmeyi zorladığını ve bunu absürd’e varmadan sınırlamayı becerebildiğini görüyorum. (sanırım burada eser bütünlüğünü bozmamaktan bahsediyorum) tabulara saldırsa da, zarar vermediği, ya da tabulara zarar vermeden saldırdığı pek çok nokta var, özellikle cinsellikle ilgili. (toplum ahlakını) İncitmiyor çünkü cinselliği seks ya da pornografiden çıkarıp, bir birleşme ritüeli, pagan bir çifleşme değeri biçerek veriyor. yaşam doğuran eylem, bir ayin gibi sunuyor.

bence en çarpıcı nokta bu.



bu hayal gücü havai fişeğinin, pırıltılar saçarak patlayıp durması, okuyanı bazen bezdirmiyor değil. en azından beni... gitgeller ve tekrarlar bizi öyküye ve atmosfere iyice sokarken, diğer yandan, hani, "eee?" etkisi de yapmıyor değil, çünkü zaman kitapta bize göre biraz tuhaflaşıyor. sanki acele olması gereken bir sahne binlerce ayrıntıyla uzatılmış gibi, ya da peşpeşe bir çok farklı sahnede hep aynı şeyler olup durmaktaymış gibi. (tezcanlı okur sınıfı için bir tür işkence:)

beni düşündüren bir başka nokta da, aslında her seferinde farkına varıp varıp tekrar tekrar tuzağına düştüğüm bir klişe. utanarak söylüyorum ki, ben bu roman kahramanlarını yargılamamayı artık becerebilmek istiyorum. gitgide azalıyor ama halen kendime şaşabiliyorum. kafamıza çakılmış, iyi-kötü, doğru-yanlış, hani bir tür didaktiklik, bir tür ödül-bedel beklentisi... ne darkafalıca!

kahramanı evirip çevirip kafamızdaki modellerden birine sıkıştırmaya uğraşıyorum sanki. ona karşı bir tavır almak istiyorum adeta. onu sevip desteklemek, ya da karşısında durmak! nedense! ve kitabı okurken sık sık kendimi bu iki durumdan birinde buluyorum! ne utanç:) sadece izle halbuki, ne diyor, ne yapıyor, ne anlatıyor... eh bu tür bir etki de belki muhteviyattandır? belki tüm kitaplarda gizlenmiş bu tip farkındalıkları tetikleyici mekanizmalar vardır. belki her yazar, gizli gizli, kahramanının olduğu gibi kabullenilmesini ister, her nasıl yazdıysa öyle yani.
her bir "kendimizin" de muhtemelen arzuladığı gibi...


alıntıları artık bu şekilde yayınlamaya karar verdim. yazarın ağzından bikaç satır vermenin yanısıra kitap içi görüntüsü de gayet şeker değil mi?


sayfalara tıklanarak da sevdiğim yerler rahatça okunabilir.


DİKKAT: arka kapaktaki bilgiler için arka kapak resmi tıklansın. konuyu anlatmaktan hoşlanmayan blog yazarı, arka kapağı sırf bu yüzden oraya koymuş olabilir.