10 Temmuz 2009 Cuma

Tom Robbins, Sirius'tan gelen kurbağa



......................

adam her ne kadar "parfümün dansı" ile memlekette çok bilinse de ben, belki de ilk okuduğum kitabı olduğundan, bunu daha çok sevdim.

Ek$i sözlükte bir entry 'de de söylendiği gibi: "ayrinti yayinlarinca canim kitap adlari gudik diye adlandirabilecegimiz isimlerle turkcele$en yazar"
Sirius'tan gelen kurbağa'nın orijinal adı da: "Half asleep in frog pajamas" takriben "kurbağa pijamalarında yarı uykuda" ya tekabül eder sanki. gerçi itiraf etmeliyim, bir başlıkta hem "sirius", hem de "kurbağa" nın olmasıdır bana bu kitabı satın aldıran.

yaban ellerde çıkmış hali de aşağıdaki sevimlilikte, özellikle o kurbağa türü en avucuma almak istediklerimdendir, ekstra bayıldım.


her zaman olduğu üzere konudan şöyledir böyledir şeklinde bahsetmek istemiyor canım hiç. neden okuduğum kitaplar üzerine yazdığım bir bloga sahipsem artık... her potansiyel alıcı gibi, kitabevinde yaptığımızca arka kapakta yazanlarla yetinebiliriz diye düşünüyorum. tıklanır, büyür.


.....................

en sevdiğim şeyden ilk bahsetmek niyetindeyim. kitapta özne "sen" ile anlatılıyor. etkisi muazzam. biz okur böcükleri genelde tanrısal bir tanıklığa alışkınızdır. "ali duvara yaklaştı, fermuarını indirdi. bu sırada ayşe evden çıktı otobüse bindi..." şeklinde. tanrısal göz kimdir nedir necidir bilemeyiz ama aynı anda hem ali'ye hem ayşe'ye tanık olduğu aşikardır. daha insancıl bir göz kullanmak isteyen yazarlar, "ben" diliyle kurar romanı. "aşık olduğumu anladığımda, o çoktan uçakla yükselmiş, kimbilir hangi maceralara yelken açmıştı..." şeklinde bir örnek zırvalayabilirim. yazar hakkatten esaslı biriyse, "ben" den çıkamayacağı için, kendi tanık olamayacağı şeyleri yazmaması gerektiğini bilir ve bu sağlam bir meydan okumadır.
tom abi aslında "sen" kullanarak bu ikisini birbirine karmış. kitap şöyle başlıyor:
"saat 16.00
borsanın yataktan düşüp de belini kırdığı gün, hayatının en kötü günü. ya da sen öyle düşünüyorsun. bu senin hayatının en kötü günü değil, ama sen öyle sanıyorsun. ve bu düşünceyi sözcüklere dökerken, inançlı ve olabildiğince sade bir anlatım benimsiyorsun.
"
bu ilk paragraf. sen üzerinden konuşunca, yazar ister istemez tüm romanı başkızımız Gwendolyn Mati üzerinden yazmak zorunda bırakmış kendini. onun fiziksel varlığına mekan ve zamanına, öznesine bağımlı. ancak gwen'in farkında olmadığı, itiraf etmediği, düşünmediğini sandığı şeyleri dürtecek kadar da tanrısal. rekabetçi bir bilinçaltı'nın dile gelmesi gibi, "ben senin ciğerini bilirim" küstahlığında, ama bir parçası olduğundan da bir yandan vefalı.
"sen" yaklaşımının beni etkilemesi şaşırtıcı değil. günlük tadındaki yazılarımın çoğunu böyle yazarım çünkü. kendine karşıdan hitap etmek çok zevklidir. ama bunu kurgu ile de yedirmek aklıma hayalime gelmeyecek bir deneme, enfes bir tat, tam bir (tekrar ettiğimi biliyorum) kafa tutma, meydan okuma. ben de yapmış olmayı dilerdim...

.................

kitaptaki inanılmaz kıvrak ve zeki dil, üstüne bir sürü mevzuda acayip "genel kültür", bilgi beni sarstı. ama buna muktedir bir yazarı da bunca "şoven" görmek de ayrıca kızdırdı diyebilirim. bu düşüncemi aşağıya alıntıladığım bir başka ek$i sözlük entry'si gayet güzel destekliyor.

"kitaplarında karizmatik ve gizemli erkek karakterler yaratır (bkz: bernard) (bkz: larry diamond) (bkz: wiggs dannyboy) kadınlar ise genelde salaktır (bkz: gwen mati) (bkz: leigh cheri)"

bernard ve leigh cheri, "ağaçkakan"dan. larry diamond, sirius'tan gelen kurbağa'daki esas adamımız. gwen mati'yi söylemiştim zaten. wiggs dannyboy da "Parfümün Dansı"ndan.
ben de aynı ek$i sözlük yazarı gibi düşünmüştüm. larry diamond, zeki, bilgili, dünyanın anasını satmış, karizmatik, güçlü, bilge ve şenlikli bir adam (her eve lazım ütopikliğinde, biraz geveze olmasa en azından) gwen mati, düz, yüzeysel, dar kafalı, zeki, ancak zekası dünya düzenine kurban, elitist, looserfobiyak, sevimsiz (ben demiyorum, kitaptan çıkan bu) bir hatun. en olumlu 2 özelliği, zekası ve Filipinler melezi bir dilber oluşu. elbette bu kızımız öncelikle işte bu cazibesiyle büyük karizmatik kurtarıcı Larry amca'nın gözüne çarpar, ve Larry amca da onu bu hayattan çekip çıkarır. kitaptaki bir diğer kadın olan Ann Louise, Gwen'in rakibi gibi görünür, ancak bana kalırsa aradaki fark, anlaşılan gwen daha güzeldir bu bir, ikincisi de ann louise daha bir anasının gözüdür. burada üstün larry amca'nın içgüdülerine güvenmek durumundayız, gwen'deki potansiyeli bir şekil seçmiş olmalı entelektüel timbuktu hayranı.
deliler gibi bayıldığım bir kitap için çok kötü bu şovenizm. benim de canımı sıktı. ama tom robbins öncelikle bir erkek. sonra da 36 doğumlu bir erkek. bilemiyorum. Parfümün dansı'nı okurken de erkek şovenizmini farketmiştim ancak sanki bu kitaptaki kadar gözüme batmamıştı.



ikide bir karşımıza çıkan imgelerden biri de bir tarot kartı. altta üstte bulabildiğim en tarot kartı tadında olanları sıraladım. kitapta bir tarif var, ancak resim yok.



Q-jo (tombul kahin, torbacı ve profesyonel tatil anıları tanığı) budala kartı hakkında şunları pek keyifle, pek güzel söyler:


Q-jo bana kalırsa kesinlikle kitabın en şenlikli karakteridir. aslında Larry diamond'un dişisidir bir tür, ancak obezitesi cazibesinden eksiltir. egzantirikliği giyimine de yansır ve belki biraz da bu yüzden larry amca kadar cazibeli bir karakter değildir. mütevazi bir kabul kelebeğidir ve kitapta çok önemli ancak pek az yer tutar.
kızımız gwen, bu obez kaçıkla toplum içerisinde buluşmaktan kaçınır, kendi borsa camiasından herhangi biri tarafından Q-jo (ya da onun türünden) biriyle görülmek fikri onu tüketir. ancak Q-jo onun tek dostu ve tek sevenidir aslında. üstelik gwen'in ondan utandığını ya anlayamayacak kadar saf, ya da anlasa bile umursamayacak kadar Q-jo'dur...
biz onu öncelikle falcı olarak tanırız. sonra organik uyuşturucuların hasını sattığını (elbette spritüel amaçlarla) ve en son da, insanların gittikleri tatillerde çektikleri fotoğraf, dia, videoları, ücret karşılığı izleyerek, tatil hikayelerini dinleyerek de ek gelir sağladığını öğreniriz ki, keşke ben de o kadar sabırlı ve samimi bir yaratık olabilsem arzusu uyandıran bir iş bu sonuncusu.

budala kartı ile ilgili benim bulduğum bilgi. "abdal" da hoş. budala kadar mizahi değil belki ama tarot jargonuna daha bir uygun sanki

...................

gelelim malezya'dan mozo'lara, dogon'lara, sirius'a ve bunların ortak noktası olduğunu anladığımız nommolara. neti kucaladığımda bulduğum şeyler kitaptakinin ve de birbirinin aynıydı çoğunlukla. çok kısa şöyle söylenebilir. mali'de bozolar ve dogonlar denen iki "kuzen" kabile var. aslında mali'de hani halen belgesellik, medeniyete uzak pek çok kabile var. (eğlencelik bir siteye bağlantı verdim, mali'yi tıklayınız, gidiniz) kısaca bu bizim bozolar ve dogonlar, sirius yıldızı (köpek yıldızını) fi tarihinden beri bilmektedirler. bir alıntı:

"Afrika’daki “Dogon” kabilesi bununla ilgili ilginç bir gizli kozmolojik tradisyonu halen muhafaza etmektedir. Dogo gelenekteki asırlardan beri ağızdan ağıza nakledilmektedir. Bu gizli gelenek bundan türeyen bazı dini inançların ve gizli örgütlerini (Illuminati) dogmalarını oluşturmaktadır.

Dogon mesajları da böyle bir dünya-dışı temasın olduğunu doğrulamaktadır.

Dogon’lar yalnız Sirius’u değil küçük uydusu Sirius B’yi de biliyorlardı. Sorun şu ki Sirius B çıplak gözle görülemiyordu ve ancak 20. yüzyılın güçlü teleskopu sayesinde keşfedilebilmiştir. Dogon’ların bildikleri yalnız Sirius’la sınırlı değildi. Onlar:

- Bir teleskop olmadan bu gerçeği öğrenme imkanları olmamasına rağmen Satürn’ü çevresinde bir halka olduğunu biliyorlardı.

- Güneş sistemimizdeki gezegenleri ve Samanyolu’nu biliyorlardı.

- Dogon’lar dünyanın uydusu Ay için “Bir ölünün kurumuş kanı kadar kuru ve ölü” diyorlardı.

- Jüpiter’in dört uydusu olduğunu biliyorlardı.

- Dünyanın ekseni etrafında döndüğünü biliyorlardı.

- Sirius B’nin Sirius A etrafındaki yörüngesel periyodunun 50 yıl olduğunu biliyorlardı. Teleskop olmadan böyle bir gerçeği nasıl tespit edebilmişlerdi? Bu bilgileri nereden almışlardı?

Dogon’lar bu bilgileri “Nommo” dedikleri ve binlerce yıl önce disk şeklindeki araçlarla Sirius’tan gelen zeki amfibik yaratıklardan aldıklarını söylüyorlardı. Dogon’lar Nommo’ya “Dünyayı Şekillendirenler” diyorlardı. Bu deyim masonik literatürde “Yapıcılar-İnşaatçılar” kavramına denk gelmektedir. (Mason kelimesinin “duvarcı” anlamına geldiğini hatırlatmak isterim.)

Dogon’ların kuzeni olan “Bozo” kabilesi Sirius’a “Göz Yıldızı” demekteydi ki bu kavram bize “Üçgen içindeki göz”le sembolize edilen “İsis”i hatırlatmaktadır.
"


benim azıcık yumurtlamam gerekiyorsa anladıklarımı, tam filmlere ve romanlara uygun, ancak gerçek hayatta "eee noolcak " kadar ancak ederini bulan durum şudur: bizim bozo ve dogonların "oannes" olarak bilinen yaratılış efsanelerinde mezapotamyanın marduk'tan gelmiş anunnaki'lerine denk, sirius'tan gelme nommolar vardır. bildiğin uzaylı yani. bunlar insan türünü tohumlamış (12. gezegende Zecheria Sitchin'in dediği gibi) geldikleri gibi gitmişlerdir ancak, 20 ve 21. yy da insanoğlunun bulmaya mazhar olabildiği bir takım astronomik bilgileri halklarının dağarcığına sokup öyle yapmışlardır bu işi.
dogon abilerin nommoları temsilen yaptıkları çizimler, figürinler ve saire


bu konuda iki bağlantı daha veriyorum, kucalaması zevkli olacaktır:
http://www.bilinmeyenler.org/gizlenen-sirlar/dogon-kabilesi-ve-sirius.html
http://atlantis.haktanir.org/ch8.html

bayıldığım bir konudur, alienlere henüz sevgili "Ellen Ripley" bulaşmadan memnuniyetle dost eli uzatarak yaklaşmaya ikna olmuştum. belki E.T. nin (1982) kitabını, ilk alien'i (1979) izlemeden önce okuduğumdandır. -o zamanlar filmler yıllar sonra bize varırdı-
mevzuyla ilgili olanlara ruh ve madde yayınlarından 12. gezegen'i fena halde öneririm. bozoların ve dogonların coğrafyasından daha yakın bir coğrafyadan bahseder, mezapotamyadan, ancak hani eski kıta, ilk kıta, insanın çıktığı kıta, yani koca dünyaya kıyasla aynı semt, aynı muhit değil midir?


...................

gelelim son olarak internette hunharca araştırdığımı zannettiğim halde istediğim gibi bir şey bulamadığım "alternatif timbuktu üniversitesi" ne. benim birşey bulamamam, büyük ihtimal muhayyalemdeki imge ile gözümün önünde duranın farklı olmasındandır. neyse. kitaptan tarayıp yazarın ağzından buraya aktarmaya karar verdim. daha sonra (kitap şimdi burada değil) sadece şunu da eklemeden geçemeyeceğim, bu kitap 1994'te amerikada piyasaya çıkmış. tom robbins'in türkçeye "dur bir mola ver" şeklinde çevrilen, aynı zamanda yazarın ilk kitabı da olan "another roadside attraction" 1971'de basılmış, ve o kitapta da yine aynı timbuktu üniversitesinin lafı geçiyor. (kıskan kıskan) neyse 2 güne kalmaz tarayıp, üstadın üniversitesiyle ilgili alıntıyı tam da bı satırın altına koyarım.


tıklayınız okuyunuz, duyanınız bileniniz anlayanınız haber ediniz:) bu saatten sonra üniversite okumak isteyecek değilim ve zannımca çağın ruhundan sebeple memleketteki (başka memeleketlerdekileri bilemediğimden) her bir üniversite şu ya da bu yüzde ile düşkırıklığıdır. bu timbuktuda olan, olduğu söylenen naif ruh, düşkırıklığına olur a iyi gelebilir...

.................................

kitapla ilgili biraz daha bişeyler demek istiyorum.
1. çok matrak. ancak okuması zor. amanın, upuzun ve daldan dala atlayan cümleler, feykler atarak, kelebek kanadı çırpınışıyla sağ gösterip sol vuran benzetmeler (teşbih mi demeliyim)
2. elbette amerika'nın ve dolayısıyla insanlığa hakim gidişatın gayet karşısında duran bir adam. alıntıları da buna göre seçtim.
burada sevimsiz bir siyasi yaklaşım zannına sebep olmamak için: adamın karşıtlığında hani beatnik bi sound var, hümanist, spritüel, paranormal, zeitgeistvari, bilimkurgusal. yani leziz meziz.
3. daha önce de bahsettim, adam çok şey biliyor. her haltı biliyor. insan çok kıskanıyor.
4. sevişme sahneleri inanılmaz fütursuz ve ateşli. adamın o provoke eden, matrak ancak sert anlatımı, çatır çatır söyleyivermedeki inadı, okurken kişiyi serseme çeviriyor. tahrik mi olsam, oha mı desem, vay canına herife bak şeklinde şaşırsam mı 'ların arasında pinpon topuna dönüyor okur. halbuki zihni araya sokmasa, beden sinyali alacak, hayvani dürtülere salyalar doğallıkla eşlik edecek. yazar da tam bunu istemiyor mu? hem kışkırtmak, hem de karşılaştırmak...
5. anlatımdaki küstahlığa rağmen içimde en çok kalan his, bir tür umut. halen geç kalınmış değil. tarihin seyri halen değişebilir. her an bişeyler olabilir. bunu uman, isteyen, kuran bir çok insan var. (en azından bakınız the zeitgeist movement:))
6. herşeyin sonunda varılan nokta çok şenlikli. çok tatminkar bir son. aksi yıkım olurdu.
7. noolur okuyunuz okutunuz:)


...................


son olarak...
kızımız gwen muhtelif anlarda George Washington'un dişlerini düşlemektedir. ben de derhal ne bu ya? ne alaka? alla allaa şeklinde kurcaladım ortalığı ve neler neler buldum. adamcağız meğer pek dertliymiş bu konuda. 24 yaşından itibaren dişleri dökülmüş/çekilmiş. adamcağız 50 yaşındayken ağzında tek bir diş varmış. ve takma diş yaptırmış. akla günümüzdeki hiper ergonomik şeyler gelmemeli. muhtelif malzemeden yapılmışlar. ve 3 farklı kez galiba. farklı söylentiler var. adamcağızın dişleri bi müzede sergilenmekteymiş. gülmez, gerekmedikçe konuşmazmış bile, feci muzdaripmiş. çok acıklı.
altta görüldüğü üzere, "george washington'un takma dişleri" isimli, fransa ve amerikanya siyasetindeki son 200 yılı karşılaştıran bir kitap bilen yazılmış


aşağıda, george washington'ın kullandığı takma dişlere bakınca, adamın yukarıdaki ve şöyle bir baktım da, neredeyse tüm diğer fotoğraflarındaki ifade anlam kazanmıyor mu?



aşağıdaki linklerde konuyla ilgili matrak yazılar var. kullanılan malzemeyi anlatıyor. teknolojiyi kötülediğimiz her an birisi hakem tadında bir kırmızı kart niyetine yukarıdaki diş fotoğraflarını kafamıza çakmalı. böyle diyorum ben...

http://www.teknoportal.gen.tr/haber_detay.asp?haberID=1312

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=169809&yazarid=15

evet, şu savaş davası feciymiş...






Jack London, Güneş Çocuğu



avusturalya ve civarındaki adalarda yaşayan, topraklarında güneşin batmadığı imparatorluk, sömürgeci ingilizya zamanlarında, ingiliz asıllı, erkeğin ve denizcinin hası kahramanımızdan erdemli şoven erkek öyküleri...

jack london yazmışsa ne yaptığını biliyordur demek isterim, ancak kitapsızlıkta, deniz kıyısında bana eşlik eden bu kahramanı tırnağım kadar sevemedim açıkçası.

24 Haziran 2009 Çarşamba

Norah McClintock, Ölü ve Kayıp



yazarlara olan manyakça bağlılığım, türler için de sözkonusu. blogumun da bunda etkisi var gibi. sanki bütünlüğü bozmak istemiyorum...

bir de yeni yazarlar denemek peşindeyim. atatürk kitaplığına üye oldum ve haftada 2 kitap okuyabiliyorum. para vermediğim için riske girmemiş gibi hissedebiliyorum kendimi ve yeni yazarlar denemek pek de eğlenceli geliyor.
eski güzel günlerdeki gibi kapak tasarımlarının, arka kapak yazılarının beni avuçları içerisine almasına izin veriyor, kolaylıkla teslim oluyorum...

bu kitap daha açar açmaz ufak çapta bir düşkırıklığı idi aslında. yazarı tanıtan küçük yazıda "çocuk polisiye ödülü" aldığından bahsediyordu. ve sayfayı çevirip başlamaya hazırlandığımda yazıların kocaman kocaman olduğunu görünce hayıflandım biraz. çocuk kitabı okumayı severim gerçi ama onun iyisini bulmak, yetişkinler için olanlara oranla daha zordur sanki.

Norah ablamız kitabı 2004'te yazmış ve 2006'da da Can Yayınları taze taze çevirip basmış. Kendisinin kanadalı olduğunu öğrenmek de nedense biraz daha sıcak bakmamı sağladı kitaba. yine de içimden şunu geçirdiğimi hatırlıyorum: " kanada'da cinayet oranı çok düşük, nasıl alengirli bişeyler yazabilir ki?"
yine de diyebilirim ki, bu kitabı satın almış olsaydım, okuduktan sonra etrafımdaki herhangi bir ergene keyifle hediye eder ve onun da memnun olacağını düşünürdüm.

öyküye gelince...
"ben" diliyle anlatılıyor ve bu "ben" de sevmesi çok kolay bir Mike McGill, 14 ya da 15inde galiba. henüz 2 kızarkadaşı olmuş. Riel ile yaşıyor ki acaba yaşı yaşıma uygun olduğundan mı, o da pek sevilesi bir karakter. eski polis, yeni tarih öğretmeni, aman aslında çok kuralcı falan ama ifade şekilleri hoş herhalde ki benim kanım kaynadı kendilerine.

Mikecığımızın ana babası ölü, ve yanında yaşamakta olduğu dayısı da ölünce -ki tüm bunlarda da bir gizem havası var- Riel (adı da pek hoş değil mi?) kendisini evlat edinmiş. nedenini bilemiyorum. söylenmemiş. muhtemelen Mike'ın başından geçen başka olaylar da kitap olmuş ama herhalde kapağa "Mike Mcgill polisiyesi" yazmadıklarından emin olamıyoruz.

efendim, riel'in polisliği bırakmasına sebep olan eski bir olay, ve onunla bağlantılı olabilecek yeni bulgular, zengin, güzel ve şımarık bir kız, yani tüm klişeler tamam. ancak tumturaklı bir şekilde değil, gayet Mike'ın ağzından ve çok da sade bir şekilde anlatıldığı için tortusuz bir hazla ve çok çabuk nihayete eriyor kitap.
o kadar tortusuz ki buraya yazmasam, bu kitapla ilgili herşeyi unutabilirim.


Ruth Rendell, Ölüme Giden Yol



her zamanki benzer maymun iştahlılığımla, başladım artık bitireyim modu ile saldırıp bir arkadaştan ödünç aldım bu kitabı.

duygusal okur. yazarı bir kere sevmeye karar vermeyegörsün...

gerçi oldum olası aynı yazardan peşpeşe okumayı severim. sanki bu şeklide daha çok haz alınır yazdıklarından, kitabı okurken etrafımızda oluşan sabunköpüğü kırılganlığındaki dünya sanki peşpeşe okuyunca pekişir iyice de, gerçek hayatın herşeyi unutturan, herşeyden uzaklaştıran baştançıkarıcılığına daha zor yenik düşeriz. gibi.
mutlaka bir "bunu da bitireyim" kaygısı da var. bu yazarı da yani... eh okuduğum kişilerin çokluk ölü olduğu düşünülecek olursa, bunu becermek de mümkün görünüyor. (aman haşa, Ruth Rendell henüz hayatta, '30 doğumlu kendisi)

gelelim Ölüme Giden Yol'a, özellikle önereceğim bir kitap değil. hatta oldukça yavan. öykü basit, kurgu da öyle. e tabi günümüzde polisiye, ya da gerilim beklentilerimizin çıtaları çok yükseldi diyebilirim. yine de bu savunma bence kitabı kurtarmıyor.

fakat bu demek değil ki kötü bir kitap ve bitirene kadar canım çıktı. hayır hiç öyle değil. sadece hani "harikulade, illa okuyun" diyemiyorum. "cazip" değil. her zamanki gibi ruth ablamızın ağır, kişilerin "an"larda düşünüp, hissettiklerini ön plana çıkaran anlatımı romana hakim. kahramanın basit bir aile babası olması, kızları ile ilişkileri, karısına duydukları, herşey neredeyse "gerçek hayat sıradanlığında". hani etrafa biraz içimizden seslendirerek baksak, göreceğimiz yine bu, neden okuma "zahmetine" girmeli ki? denebilir.

ve bir de çok alıştık biz kahramanın "bir bildiği"nin olmasına. fakat burada Wexford (kahramanımız) gayet senin benim gibi. yanlış yollara sapabiliyor, içinde doğmuş olanın beklentisi karşılıksız çıkabiliyor. hepimiz gibi. zekası, tecrübesi ve değer sisteminin tutarlılığı belki onu bizden ayıran. daha ilahi bir hale ile donatmıyor onu yazar

konudan hiç bahsetmemişim.
mmm, bi kere bulunan bir genç kız cesedi var. bu bir alman turist. sonra bir de yapımına başlanmakta olan bir çevre yolu var. kitap 1997'de yazılmış. bu yüzden günümüze yakın ögeler var. çevreye hassas gruplar, az da olsa cep telefonu kullanımı...
evet çevreyolunun yapımı büyük tepki toplar, çeşit çeşit çevreci örgüt gelerek protestolar ve engelleme çalışmaları yapar. bu sırada kimliği belirsiz kişilerce, birbiriyle hiçbir bağlantısı (pardon içlerinden 2si karıkocadır) olmayan 5 kişi kaçırılır ve çevreyolu inşaatının durdurulması istenir. kaçırılanlar arasında bu davaya bakacak olan polis ekibinin başındaki Wexford'un karısı Dora da vardır...

18 Haziran 2009 Perşembe

J.G. Ballard, Güneş İmparatorluğu


2. dünya savaşı. jamie, refah içerisinde şangay'da yaşamakta. zengin bir ingiliz ailenin çocuğu. şoförleri, hizmetkarları, Packard marka bir arabaları var. yüksek hayal gücü olan, uçaklara meraklı bir çocuk.


japonların Pearl Harbour baskınından sonra Şanghay'ı ele geçirmesiyle kendisini hastanede bulur. ailesine ulaşamaz. hastaneden kaçar, evine gider ancak kimse yoktur ve eve ondan önce gelinmiştir. ortalık darmadağınıktır. bir süre orada kalıp ailesini bekler, ve başka terkedilmiş evlere girip çıkarak konaklar, kilerlerindekilerle beslenir ancak etrafındaki tehlike artmaktadır ve en büyük tehlike de açlıktır.
bundan sonra teslim olmaya çalışır ki bu da hiç kolay değildir. kimse sorumluluğunu almak istemez, görmezden gelinir, itilir kakılır. en sonunda bir toplama kampına alınır ve savaş bitene kadar 3 yıl burada kalır. ancak savaşın bitmesiyle gökkuşakları ve mutluluk gelmez, savaş sonrası kargaşa da bir süre için en az savaş zamanı kadar tehlikeli olacaktır.

evlerinin bahçesindeki boş havuzun içerisinde.


savaşla ilgili kitapları pek sevmem. ne de filmleri. ancak bunda duygusallığa pek yer verilmemiş, yoksa okuyana kadar litrelerce gözyaşı dökmek zorunda kalırdım. ama hayır, en acıklı durumlar bile çok yalın anlatılmış. jim'in ölümlere, cesetlere, tüm diğer görmek duymak, hayal etmek bile istemediğimiz şeylere yaklaşımında da ajitasyonun a'sı yok. atmosfer dehşete düşürücü ve bazen de tiksindirici. okuyan için işler zorlaşabiliyor. özellikle birşeyler atıştırarak okumayı seviyorsa.

ballard'ın benim okuduğum kitaplarına göre çok farklı bu. çok fazla gerçek, hatta fazla somut. ballard tüm ballardlığını jim'in kafasında sınırlamış. orada bile kendini çok dizginlemiş olmalı çünkü hayaller kopup gitmiyor, yaşama, hayatta kalma telaşı içerisinde, algılarla duygular arasındaki kısa cümlelerde ışıldayıveriyorlar.

kitap boyunca jim'e acımaktan kendimi kurtaramasam da bir yanımla ona sonuna kadar güvendim. öyle güzel bir karakter ki, hani jim'i anlatan başka kitaplar da olsun istiyorum. Eh aşağıdaki bilgilere bakarak ballard'ın kitaplarını her okuduğumda Jim'e tanık olduğumu da söyleyebilirim sanırım...

vikipedi'den alıntı:

James Graham Ballard (15 Kasım 1930 - 19 Nisan 2009) Şanghay'da doğan İngiliz asıllı bilimkurgu yazarıdır. Bilimkurgu edebiyatta teknoloji tapınmacılığına karşı çıkan Yeni Dalga'nın seçkin temsilcilerindendir.

Ballard ve ailesi Pearl Harbour baskınından sonra diğer yabancılarla birlikte bir sivil tutsak kampına gönderildi. 1942 yazından savaşın bitimine kadar burada kaldılar. Ballard, tutsak kampında yaşadıklarını temel alarak 1984'te Güneş İmparatorluğu (Empire of the Sun) adlı kurmaca kitabını yazdı. Bu kitap daha sonra Steven Spilberg tarafından beyazperdeye uyarlandı (1987). Bilim ve teknolojiye karşıt tutumunun şekillenmesinde, bu dönemdeki tutsaklar kampı, savaşın meydana getirdiği yıkım ve felâket gibi dramatik tecrübelerin büyük etkisi olduğu düşünülür. Özellikle atom bombasının meydana getirdiği fâcia, Ballard'ın eserlerinde kıyamete özgü felâketlerle imgesini bulur.


Filmi duymuştum ama izlememiştim (eh izlemek farz oldu şimdi) imdb deki linki için:
http://www.imdb.com/title/tt0092965/


hem de christian bale oynuyormuş. son dönemin yükselen yıldızı, bak seeeen. John malkovich de varmış. mmm.