10 Temmuz 2009 Cuma

Tom Robbins, Sirius'tan gelen kurbağa



......................

adam her ne kadar "parfümün dansı" ile memlekette çok bilinse de ben, belki de ilk okuduğum kitabı olduğundan, bunu daha çok sevdim.

Ek$i sözlükte bir entry 'de de söylendiği gibi: "ayrinti yayinlarinca canim kitap adlari gudik diye adlandirabilecegimiz isimlerle turkcele$en yazar"
Sirius'tan gelen kurbağa'nın orijinal adı da: "Half asleep in frog pajamas" takriben "kurbağa pijamalarında yarı uykuda" ya tekabül eder sanki. gerçi itiraf etmeliyim, bir başlıkta hem "sirius", hem de "kurbağa" nın olmasıdır bana bu kitabı satın aldıran.

yaban ellerde çıkmış hali de aşağıdaki sevimlilikte, özellikle o kurbağa türü en avucuma almak istediklerimdendir, ekstra bayıldım.


her zaman olduğu üzere konudan şöyledir böyledir şeklinde bahsetmek istemiyor canım hiç. neden okuduğum kitaplar üzerine yazdığım bir bloga sahipsem artık... her potansiyel alıcı gibi, kitabevinde yaptığımızca arka kapakta yazanlarla yetinebiliriz diye düşünüyorum. tıklanır, büyür.


.....................

en sevdiğim şeyden ilk bahsetmek niyetindeyim. kitapta özne "sen" ile anlatılıyor. etkisi muazzam. biz okur böcükleri genelde tanrısal bir tanıklığa alışkınızdır. "ali duvara yaklaştı, fermuarını indirdi. bu sırada ayşe evden çıktı otobüse bindi..." şeklinde. tanrısal göz kimdir nedir necidir bilemeyiz ama aynı anda hem ali'ye hem ayşe'ye tanık olduğu aşikardır. daha insancıl bir göz kullanmak isteyen yazarlar, "ben" diliyle kurar romanı. "aşık olduğumu anladığımda, o çoktan uçakla yükselmiş, kimbilir hangi maceralara yelken açmıştı..." şeklinde bir örnek zırvalayabilirim. yazar hakkatten esaslı biriyse, "ben" den çıkamayacağı için, kendi tanık olamayacağı şeyleri yazmaması gerektiğini bilir ve bu sağlam bir meydan okumadır.
tom abi aslında "sen" kullanarak bu ikisini birbirine karmış. kitap şöyle başlıyor:
"saat 16.00
borsanın yataktan düşüp de belini kırdığı gün, hayatının en kötü günü. ya da sen öyle düşünüyorsun. bu senin hayatının en kötü günü değil, ama sen öyle sanıyorsun. ve bu düşünceyi sözcüklere dökerken, inançlı ve olabildiğince sade bir anlatım benimsiyorsun.
"
bu ilk paragraf. sen üzerinden konuşunca, yazar ister istemez tüm romanı başkızımız Gwendolyn Mati üzerinden yazmak zorunda bırakmış kendini. onun fiziksel varlığına mekan ve zamanına, öznesine bağımlı. ancak gwen'in farkında olmadığı, itiraf etmediği, düşünmediğini sandığı şeyleri dürtecek kadar da tanrısal. rekabetçi bir bilinçaltı'nın dile gelmesi gibi, "ben senin ciğerini bilirim" küstahlığında, ama bir parçası olduğundan da bir yandan vefalı.
"sen" yaklaşımının beni etkilemesi şaşırtıcı değil. günlük tadındaki yazılarımın çoğunu böyle yazarım çünkü. kendine karşıdan hitap etmek çok zevklidir. ama bunu kurgu ile de yedirmek aklıma hayalime gelmeyecek bir deneme, enfes bir tat, tam bir (tekrar ettiğimi biliyorum) kafa tutma, meydan okuma. ben de yapmış olmayı dilerdim...

.................

kitaptaki inanılmaz kıvrak ve zeki dil, üstüne bir sürü mevzuda acayip "genel kültür", bilgi beni sarstı. ama buna muktedir bir yazarı da bunca "şoven" görmek de ayrıca kızdırdı diyebilirim. bu düşüncemi aşağıya alıntıladığım bir başka ek$i sözlük entry'si gayet güzel destekliyor.

"kitaplarında karizmatik ve gizemli erkek karakterler yaratır (bkz: bernard) (bkz: larry diamond) (bkz: wiggs dannyboy) kadınlar ise genelde salaktır (bkz: gwen mati) (bkz: leigh cheri)"

bernard ve leigh cheri, "ağaçkakan"dan. larry diamond, sirius'tan gelen kurbağa'daki esas adamımız. gwen mati'yi söylemiştim zaten. wiggs dannyboy da "Parfümün Dansı"ndan.
ben de aynı ek$i sözlük yazarı gibi düşünmüştüm. larry diamond, zeki, bilgili, dünyanın anasını satmış, karizmatik, güçlü, bilge ve şenlikli bir adam (her eve lazım ütopikliğinde, biraz geveze olmasa en azından) gwen mati, düz, yüzeysel, dar kafalı, zeki, ancak zekası dünya düzenine kurban, elitist, looserfobiyak, sevimsiz (ben demiyorum, kitaptan çıkan bu) bir hatun. en olumlu 2 özelliği, zekası ve Filipinler melezi bir dilber oluşu. elbette bu kızımız öncelikle işte bu cazibesiyle büyük karizmatik kurtarıcı Larry amca'nın gözüne çarpar, ve Larry amca da onu bu hayattan çekip çıkarır. kitaptaki bir diğer kadın olan Ann Louise, Gwen'in rakibi gibi görünür, ancak bana kalırsa aradaki fark, anlaşılan gwen daha güzeldir bu bir, ikincisi de ann louise daha bir anasının gözüdür. burada üstün larry amca'nın içgüdülerine güvenmek durumundayız, gwen'deki potansiyeli bir şekil seçmiş olmalı entelektüel timbuktu hayranı.
deliler gibi bayıldığım bir kitap için çok kötü bu şovenizm. benim de canımı sıktı. ama tom robbins öncelikle bir erkek. sonra da 36 doğumlu bir erkek. bilemiyorum. Parfümün dansı'nı okurken de erkek şovenizmini farketmiştim ancak sanki bu kitaptaki kadar gözüme batmamıştı.



ikide bir karşımıza çıkan imgelerden biri de bir tarot kartı. altta üstte bulabildiğim en tarot kartı tadında olanları sıraladım. kitapta bir tarif var, ancak resim yok.



Q-jo (tombul kahin, torbacı ve profesyonel tatil anıları tanığı) budala kartı hakkında şunları pek keyifle, pek güzel söyler:


Q-jo bana kalırsa kesinlikle kitabın en şenlikli karakteridir. aslında Larry diamond'un dişisidir bir tür, ancak obezitesi cazibesinden eksiltir. egzantirikliği giyimine de yansır ve belki biraz da bu yüzden larry amca kadar cazibeli bir karakter değildir. mütevazi bir kabul kelebeğidir ve kitapta çok önemli ancak pek az yer tutar.
kızımız gwen, bu obez kaçıkla toplum içerisinde buluşmaktan kaçınır, kendi borsa camiasından herhangi biri tarafından Q-jo (ya da onun türünden) biriyle görülmek fikri onu tüketir. ancak Q-jo onun tek dostu ve tek sevenidir aslında. üstelik gwen'in ondan utandığını ya anlayamayacak kadar saf, ya da anlasa bile umursamayacak kadar Q-jo'dur...
biz onu öncelikle falcı olarak tanırız. sonra organik uyuşturucuların hasını sattığını (elbette spritüel amaçlarla) ve en son da, insanların gittikleri tatillerde çektikleri fotoğraf, dia, videoları, ücret karşılığı izleyerek, tatil hikayelerini dinleyerek de ek gelir sağladığını öğreniriz ki, keşke ben de o kadar sabırlı ve samimi bir yaratık olabilsem arzusu uyandıran bir iş bu sonuncusu.

budala kartı ile ilgili benim bulduğum bilgi. "abdal" da hoş. budala kadar mizahi değil belki ama tarot jargonuna daha bir uygun sanki

...................

gelelim malezya'dan mozo'lara, dogon'lara, sirius'a ve bunların ortak noktası olduğunu anladığımız nommolara. neti kucaladığımda bulduğum şeyler kitaptakinin ve de birbirinin aynıydı çoğunlukla. çok kısa şöyle söylenebilir. mali'de bozolar ve dogonlar denen iki "kuzen" kabile var. aslında mali'de hani halen belgesellik, medeniyete uzak pek çok kabile var. (eğlencelik bir siteye bağlantı verdim, mali'yi tıklayınız, gidiniz) kısaca bu bizim bozolar ve dogonlar, sirius yıldızı (köpek yıldızını) fi tarihinden beri bilmektedirler. bir alıntı:

"Afrika’daki “Dogon” kabilesi bununla ilgili ilginç bir gizli kozmolojik tradisyonu halen muhafaza etmektedir. Dogo gelenekteki asırlardan beri ağızdan ağıza nakledilmektedir. Bu gizli gelenek bundan türeyen bazı dini inançların ve gizli örgütlerini (Illuminati) dogmalarını oluşturmaktadır.

Dogon mesajları da böyle bir dünya-dışı temasın olduğunu doğrulamaktadır.

Dogon’lar yalnız Sirius’u değil küçük uydusu Sirius B’yi de biliyorlardı. Sorun şu ki Sirius B çıplak gözle görülemiyordu ve ancak 20. yüzyılın güçlü teleskopu sayesinde keşfedilebilmiştir. Dogon’ların bildikleri yalnız Sirius’la sınırlı değildi. Onlar:

- Bir teleskop olmadan bu gerçeği öğrenme imkanları olmamasına rağmen Satürn’ü çevresinde bir halka olduğunu biliyorlardı.

- Güneş sistemimizdeki gezegenleri ve Samanyolu’nu biliyorlardı.

- Dogon’lar dünyanın uydusu Ay için “Bir ölünün kurumuş kanı kadar kuru ve ölü” diyorlardı.

- Jüpiter’in dört uydusu olduğunu biliyorlardı.

- Dünyanın ekseni etrafında döndüğünü biliyorlardı.

- Sirius B’nin Sirius A etrafındaki yörüngesel periyodunun 50 yıl olduğunu biliyorlardı. Teleskop olmadan böyle bir gerçeği nasıl tespit edebilmişlerdi? Bu bilgileri nereden almışlardı?

Dogon’lar bu bilgileri “Nommo” dedikleri ve binlerce yıl önce disk şeklindeki araçlarla Sirius’tan gelen zeki amfibik yaratıklardan aldıklarını söylüyorlardı. Dogon’lar Nommo’ya “Dünyayı Şekillendirenler” diyorlardı. Bu deyim masonik literatürde “Yapıcılar-İnşaatçılar” kavramına denk gelmektedir. (Mason kelimesinin “duvarcı” anlamına geldiğini hatırlatmak isterim.)

Dogon’ların kuzeni olan “Bozo” kabilesi Sirius’a “Göz Yıldızı” demekteydi ki bu kavram bize “Üçgen içindeki göz”le sembolize edilen “İsis”i hatırlatmaktadır.
"


benim azıcık yumurtlamam gerekiyorsa anladıklarımı, tam filmlere ve romanlara uygun, ancak gerçek hayatta "eee noolcak " kadar ancak ederini bulan durum şudur: bizim bozo ve dogonların "oannes" olarak bilinen yaratılış efsanelerinde mezapotamyanın marduk'tan gelmiş anunnaki'lerine denk, sirius'tan gelme nommolar vardır. bildiğin uzaylı yani. bunlar insan türünü tohumlamış (12. gezegende Zecheria Sitchin'in dediği gibi) geldikleri gibi gitmişlerdir ancak, 20 ve 21. yy da insanoğlunun bulmaya mazhar olabildiği bir takım astronomik bilgileri halklarının dağarcığına sokup öyle yapmışlardır bu işi.
dogon abilerin nommoları temsilen yaptıkları çizimler, figürinler ve saire


bu konuda iki bağlantı daha veriyorum, kucalaması zevkli olacaktır:
http://www.bilinmeyenler.org/gizlenen-sirlar/dogon-kabilesi-ve-sirius.html
http://atlantis.haktanir.org/ch8.html

bayıldığım bir konudur, alienlere henüz sevgili "Ellen Ripley" bulaşmadan memnuniyetle dost eli uzatarak yaklaşmaya ikna olmuştum. belki E.T. nin (1982) kitabını, ilk alien'i (1979) izlemeden önce okuduğumdandır. -o zamanlar filmler yıllar sonra bize varırdı-
mevzuyla ilgili olanlara ruh ve madde yayınlarından 12. gezegen'i fena halde öneririm. bozoların ve dogonların coğrafyasından daha yakın bir coğrafyadan bahseder, mezapotamyadan, ancak hani eski kıta, ilk kıta, insanın çıktığı kıta, yani koca dünyaya kıyasla aynı semt, aynı muhit değil midir?


...................

gelelim son olarak internette hunharca araştırdığımı zannettiğim halde istediğim gibi bir şey bulamadığım "alternatif timbuktu üniversitesi" ne. benim birşey bulamamam, büyük ihtimal muhayyalemdeki imge ile gözümün önünde duranın farklı olmasındandır. neyse. kitaptan tarayıp yazarın ağzından buraya aktarmaya karar verdim. daha sonra (kitap şimdi burada değil) sadece şunu da eklemeden geçemeyeceğim, bu kitap 1994'te amerikada piyasaya çıkmış. tom robbins'in türkçeye "dur bir mola ver" şeklinde çevrilen, aynı zamanda yazarın ilk kitabı da olan "another roadside attraction" 1971'de basılmış, ve o kitapta da yine aynı timbuktu üniversitesinin lafı geçiyor. (kıskan kıskan) neyse 2 güne kalmaz tarayıp, üstadın üniversitesiyle ilgili alıntıyı tam da bı satırın altına koyarım.


tıklayınız okuyunuz, duyanınız bileniniz anlayanınız haber ediniz:) bu saatten sonra üniversite okumak isteyecek değilim ve zannımca çağın ruhundan sebeple memleketteki (başka memeleketlerdekileri bilemediğimden) her bir üniversite şu ya da bu yüzde ile düşkırıklığıdır. bu timbuktuda olan, olduğu söylenen naif ruh, düşkırıklığına olur a iyi gelebilir...

.................................

kitapla ilgili biraz daha bişeyler demek istiyorum.
1. çok matrak. ancak okuması zor. amanın, upuzun ve daldan dala atlayan cümleler, feykler atarak, kelebek kanadı çırpınışıyla sağ gösterip sol vuran benzetmeler (teşbih mi demeliyim)
2. elbette amerika'nın ve dolayısıyla insanlığa hakim gidişatın gayet karşısında duran bir adam. alıntıları da buna göre seçtim.
burada sevimsiz bir siyasi yaklaşım zannına sebep olmamak için: adamın karşıtlığında hani beatnik bi sound var, hümanist, spritüel, paranormal, zeitgeistvari, bilimkurgusal. yani leziz meziz.
3. daha önce de bahsettim, adam çok şey biliyor. her haltı biliyor. insan çok kıskanıyor.
4. sevişme sahneleri inanılmaz fütursuz ve ateşli. adamın o provoke eden, matrak ancak sert anlatımı, çatır çatır söyleyivermedeki inadı, okurken kişiyi serseme çeviriyor. tahrik mi olsam, oha mı desem, vay canına herife bak şeklinde şaşırsam mı 'ların arasında pinpon topuna dönüyor okur. halbuki zihni araya sokmasa, beden sinyali alacak, hayvani dürtülere salyalar doğallıkla eşlik edecek. yazar da tam bunu istemiyor mu? hem kışkırtmak, hem de karşılaştırmak...
5. anlatımdaki küstahlığa rağmen içimde en çok kalan his, bir tür umut. halen geç kalınmış değil. tarihin seyri halen değişebilir. her an bişeyler olabilir. bunu uman, isteyen, kuran bir çok insan var. (en azından bakınız the zeitgeist movement:))
6. herşeyin sonunda varılan nokta çok şenlikli. çok tatminkar bir son. aksi yıkım olurdu.
7. noolur okuyunuz okutunuz:)


...................


son olarak...
kızımız gwen muhtelif anlarda George Washington'un dişlerini düşlemektedir. ben de derhal ne bu ya? ne alaka? alla allaa şeklinde kurcaladım ortalığı ve neler neler buldum. adamcağız meğer pek dertliymiş bu konuda. 24 yaşından itibaren dişleri dökülmüş/çekilmiş. adamcağız 50 yaşındayken ağzında tek bir diş varmış. ve takma diş yaptırmış. akla günümüzdeki hiper ergonomik şeyler gelmemeli. muhtelif malzemeden yapılmışlar. ve 3 farklı kez galiba. farklı söylentiler var. adamcağızın dişleri bi müzede sergilenmekteymiş. gülmez, gerekmedikçe konuşmazmış bile, feci muzdaripmiş. çok acıklı.
altta görüldüğü üzere, "george washington'un takma dişleri" isimli, fransa ve amerikanya siyasetindeki son 200 yılı karşılaştıran bir kitap bilen yazılmış


aşağıda, george washington'ın kullandığı takma dişlere bakınca, adamın yukarıdaki ve şöyle bir baktım da, neredeyse tüm diğer fotoğraflarındaki ifade anlam kazanmıyor mu?



aşağıdaki linklerde konuyla ilgili matrak yazılar var. kullanılan malzemeyi anlatıyor. teknolojiyi kötülediğimiz her an birisi hakem tadında bir kırmızı kart niyetine yukarıdaki diş fotoğraflarını kafamıza çakmalı. böyle diyorum ben...

http://www.teknoportal.gen.tr/haber_detay.asp?haberID=1312

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=169809&yazarid=15

evet, şu savaş davası feciymiş...






Jack London, Güneş Çocuğu



avusturalya ve civarındaki adalarda yaşayan, topraklarında güneşin batmadığı imparatorluk, sömürgeci ingilizya zamanlarında, ingiliz asıllı, erkeğin ve denizcinin hası kahramanımızdan erdemli şoven erkek öyküleri...

jack london yazmışsa ne yaptığını biliyordur demek isterim, ancak kitapsızlıkta, deniz kıyısında bana eşlik eden bu kahramanı tırnağım kadar sevemedim açıkçası.