28 Şubat 2011 Pazartesi

nicolas remin, venedik'te kar




bir yazarla ilgili bu kadar mı az bilgi bulunabilir.

direk kitabın arkasından kopyalıyorum. yani birazdan öyle yapayım. önce çemkiresim gelir.

of ekşi sözlüğe bu yüzden fena gıcığım, müzikte, sinemada, bir çok dalda amanın herşeyleri biliyorlar ama sanki okumaktan çok yazmayı sevmedeler, dahası laf yetiştirmeyi, edebiyattan aradığım hiçbir haltı bulamıyorum. yani en bilinenler, popüler olanlar ve spekülatifler hariç.
neyse. o zaman kır dizini araştır, kurcala derler adama...

hımmm pekala, kitabın türkiye'de piyasaya çıktığı 2008 mayısında radikal'in kitap ekinde Ömer Türkeş, temmuzda ise Milliyet'in Kitap ekinde Sevin Okyay birer tanıtım yazısı yazmışlar. içinden tam çıkamadığım bir sitede de yazar (kim olduğunu ya da nick ini bulamadım) bu iki yazıyla birlikte kitabın arkasındaki tanıtım yazısını alıp koyarak bana süper bir iyilik etmişler, işte ben de buradan derhal linki paylaşabiliyorum: site: insanokur.org şöyle bir göz gezdirdim, okumadım henüz itiraf edeyim çünküüü, yatma saatim demoklesin kılıcından bir metronom, tik tak başımın üzerinde!

benim asıl derdim nicolas remin kim? kitabın arkasından yürüteyim:

1948'de berlinde doğmuş. karşılaştırmalı edebiyat, felsefe ve sanat tarihi okumuş. bütün hayatını kanepede kitap okuyarak geçirdiğini söylermiş kendileri. bu kitap ilk kitabıymış, vay canına 2004 te hamburgda yayınlanmış. buradaki vay canına, hamburga değil, 2004'e!!!!! vay canınaaaaaa!!!! (tamam kitabın arkasından yürütmekle kalmayıp yorum da yapayım)
adam ilk romanını 56 yaşında yazmışşşş!!!!!! ve de kitabın arkasında da dediği gibi aynen best seller olmuş. yani memleketinde sanırım. gerçi bizimkiler de kitap çıkar çıkmaz iltifatlar etmişler gördüğüm kadarıyla. belki kitabevinin karizmasıdır. adı çok güzel. kırmızıkedi yayınevi. ayyyy, amblem logo da bana fena halde akba yı anımsattı, oooooof, geç uyku saatini akba'nın alameti farikasını tara, at buraya, hadiiii, daha adamın hayatını araştırcazzzz.

dur hayır. yarın bebeler benden eğitim bekler. o zaman, kaydedeyim, yok yok yayınlayayım, ama yarın gece de devam edeyim.
allaaam daha hiçbirşey söyleyemedim bile kitapla ilgili....
şişşş, kırmızı kedi yayınlarını da kurcalasana bi. yarın dedim!

ertesi gün, saat: 22.00
geciktim yine ama yapmak istediklerimi yapacak kadar vaktim var...

nicolas remin'in hayat hikayesinden devam edelim.
bulduğum almanca kaynak aynen şöyle diyor:


Nicolas Remin

1948 in Berlin geboren, studierte Allgemeine und Vergleichende Literaturwissenschaft, Philosophie und Kunstgeschichte in Berlin und Santa Barbara. Eigenen Angaben zufolge hat er sein Leben hauptsächlich lesend auf dem Sofa verbracht – an der kalifornischen Küste, in der Toskana und in der Lüneburger Heide.


heh bu kısmın google çeviri versiyonu pek şirin:

"1948 yılında Berlin'de tarihi, karşılaştırmalı edebiyat, Berlin ve Santa Barbara'da felsefe ve sanat tarihi eğitimi aldı. Toskana ve Lueneburg Heath yılında Kaliforniya kıyılarında, - o esas kanepe okumak hayatını geçirdi Own iddia ediyor."

yani zannımcas aynen benim kitabın arkasında bulduğum şey. araya toskana falan atmışlar ya, ayrıntı bunlar canım...

Krimis von Nicolas Remin:

diyor ki hani tüm kitapları işte

Commissario-Tron-Reihe:
Schnee in Venedig (2004)
Venezianische Verlobung(2006)
Gondeln aus Glas (2007)
Die Masken von San Marco(2008)
Requiem am Rialto (2009)
Die letzte Lagune(2011)
gördüğünüz gibi abi 7 yıla 6 kitap sığdırmış. çevirilerini yorumla şöyle sıralayayım, ilki venedikte kar, devamı da sırasıyla: venedik nişanı, cam gondol, san marco maskeleri, rialto requiem'de, ve son lagün...
anlaşılacağı üzere hepsi venedikte geçmekte ve de hepside commisario tron maceraları.

kitaptan az bi bahsetmek gerekirse, günümüz polisiyesini andırmıyor değil, dönüp dolaşıp kanıt aramak, ve inanılmaz rasyonel olmak falan. arada siyasi durumlar var, tabi biz 1800ler ortalarının avrupasından pek haberdar olmadığımızdan pek de anlamadan okuyup geçiyoruz. ortama avusturya imparotoriçesinden, konteslere, kontlara, cermen camiasının bilimum asilzade ve bürokratı ve de cemiyet ahalisi de dahil olmakta. sosyal ilişkiler de aynı minvalde, mesafeli ve de muhtelif çelmeler ve entrikalarla dolu. bununla birlikte gerçek bir polisiye tadında da ipuçları ve kişiler kovalanmakta. telefonsuz, otomobilsiz zamanın farklı aktığı bir ortamda enteresan ve iyi kotarılmış bir kitap. ancak -burada okuyucunun tadını kaçırabilirim yani tabiri caizse -spoiler-- maktülü bulanı sorgulamanın bizim commisario'nun bi türlü aklına gelmemesi asabımı bozmadı değil. olmaz hata. (yılların polisiye manyağı yutmaz!)

kitapta bir takım terimlerin de anlamları dipnotla verilerek orjinalinin korunması keyifliydi, kimin tercihi bilemiyorum tabi, ama commisario demek veya italyancada en az 5 farklı "meydan" kelimesi olduğunu öğrenmek bonus oldu:)

adamın hayatını kanepede kitap okuyarak geçirmesi ve baharda filizlenen ekin misali 7 yıla altı kitap sığdırması beni gayet heyecanlandırdı, yani -ehem- benden geçmiş değil, değil mi? değil değil... mm, güzel hayal

eveeeet, yazının sonunu akba yayınlarından nefis bir sayfa ile sonlandırıyorum:



buradan ebrucuğuma süper sevgi selam çakaraktan, yasaklanmış blogspotta naçizane yazımı tamamladım...

patricia highsmith, derin sular


patricia abla bay ripley ile anılan bir yazar ve ne bileyim, yetenekli bay ripley ve ripley'in tüm o diğer maceraları bir türlü bana hitap etmemiştir. aslında kitaplarında görece daha iyi ama filmini ne bileyim, belki de oyuncuya kıl olmaktan (mat damon) şans vermemişimdir.
ama durayım bir dakika, filmden karelere bakınca hatırladım, bir kaç ay önce ikinci kez izlediğimde sevmiştim filmi aslında, evet. sanırım ripley'in sosyopatisi ile hiçbir duygudaşlık kuramamak, kafasının içinden geçeni, niyetini amacını çok da anlayamamak kişiyi uzaklaştırıyor ki esasen aslında patricia highsmith'in en sevdiği şey de kurgudan ziyade kişi, psikoloji olduğu için, çok da başarılı bulmam gerek.

psikolojiyi de aslında abartmadan, altını çizmeden, yüceltmeden doğallıkla veriyor, ki biz bunun tersine alışmışızdır hep, o yüzden bu gerçek hayat yalınlığındaki haller ufaktan bir düşkırıklığı yaratıyor. geniş kullanıyorum da, "bende" demek istiyorum aslında. şunun gibi, yazında, sinemada şizofrenler enfestirler ki hatırlıyorum bluğda hayrandım onlara, ya ben de biri olmak istiyordum (bkz. bir şizofren bile değilim!) ya da şööööyle esaslı bir şizofrenin kankası olaydım. geliniz görünüz ki gerçek hayatta şizofren akrabaları, eşleri, dostları, anaları, babaları ufak çapta "basit" ve "hayati" bir kabus içerisinde yaşamaktadırlar. ve onların biriyle tanışsanız, zaman ve mekan paylaşsanız ne kadar na-sinemasal bir dümdüzlükle hayatın zorlaştığını görürsünüz aslında.

patricia highsmith işte yaldızsız ve gerçek hayat banalliğine yakın bir tatta tutunca söylemini belki de benim gibi muhtelif polisiye deviricilerine biraz yavan kalıyorlar diyebilirim. ve yine de bunu demek istemiyorum çünkü ilk okumalardan sonra gitgide keyif almaya başladığımı itiraf etmeliyim. yazının başı gümbürtüye gitmiş gibi olsa da, girizgahtır ve benim yazarla kişisel ilişkimin gelişimidir diyerek anlayış gösterile.

ah bu arada tarihte bu ilişkinin başladığı noktaya dönecek olursak, derhal eser'i anmak durumunda kalırım ki, onun tavsiyesidir bana bu hatun kişi. utanarak söyliyeyim, ilk kez artık nasıl bir kıllıkla izlediysem ripley'i, okuduğum kitap onun maceralarından biri çıkınca tavsadıydım baya. üstüne diyebilirim ki 5 yıl geçti. aralıklı olarak baya bi kitabını okudum ya, yine de hani saldırarak değil, alternatifsizlikten falan.

neyse neysee, derin sularda itiraf edeyim, teslim ettim hakkını hatunun. çok sevdim. çok keyifliydi. yine bir sosyopat, ya da tanıtımda da söyleddiği gibi (ben ne anlarım ki bunun teşhisinden) kimbilir belki de bastırılmış bir psikopat, ve kahramanın o olduğu bir anlatım. yani 3. şahıs ile anlatılıyor ama kamera adamımızın üzerinde. ama bu sefer öyle bir sevdim ki karakteri, cinayeti işlediğinde tüm sevgimle ahhh, be yapmasaydın keşke dedim. ama affetmeye de hazırdım hani. dengeden dengesizliğe, kontrolden kontrolsüzlüğe yavaş yavaş geçişin çok keyifle verildiği, sevdiğimiz katil karakteriyle sevmediğimiz "düşman" karakter olan karısının gitgide gönlümüzde yer değiştirmesinin yumuşak akışı çok başarılıydı. yine bir burukluk, bir hüzün tadı damakta, çok fena halde doğru dosdoğru bitti kitap.
ah ben sevdim...


arka kapakta yazanları kopyalayalım buraya:

'Polisiye romana felsefî bir boyut getiren, Yetenekli Bay Ripley, Fidyecinin Peşinde gibi yapıtlarıyla tanıdığımız Patricia Highsmith, suç olgusuna çok farklı bir açıdan yaklaşır; basitliğin içindeki derinliği yakalar. Highsmith'in en önemli romanları arasında anılan Derin Sular'ın en çarpıcı yanı da, bir psikopatın portresini baştan sona görülmemiş bir beceriyle çizebilmesidir. Highsmith, bu romanında da, sıradan kişilerdeki öldürme güdüsünü, suçun insanlar üstündeki etkisini olanca psikolojik derinliğiyle su yüzüne çıkarır. Onun Derin Sular'ında yüzerken, akıl ile akıldışı arasındaki sınırların yavaş yavaş ortadan kalktığını hissederiz. Bir eleştirmenin dediği gibi: 'Bir örümcek sinekleri yazmaya kalksaydı nasıl yazardı, Highsmith de insanları öyle yazar işte.'