8 Şubat 2013 Cuma

john fowles, koleksiyoncu





arka kapakta şunlar var:


"   Koleksiyoncu, İngiliz edebiyatının önde gelen yazarlarından John Fowles’un, birçok yayınevinden geri çevrilme talihsizliğini yaşayan, ama yayımlandığında  kendisine bugünkü  ününü getiren ilk romanı. Fransız Teğmenin Kadını, Yaratık, Mantissa, Büyücü ve Daniel Martin gibi başyapıtların habercisi...
Koleksiyoncu, bir kelebek koleksiyoncusuyla, âşık olup kaçırarak zindana kapattığı bir resim öğrencisi arasındaki “mecburi” ilişkinin romanıdır görünürde. Ama Fowles’un olağanüstü üslubu ve ustalığıyla, bu ilişki, başka birçok ilişkiye de gönderme yapmakta; ahlâki kaygılarla baskı altına aldığımız yabanıl doğallığımız içinde, aslında neyi nereye kadar haklı ve geçerli bulabileceğimiz gerçekliğiyle bizi yüzleştirmektedir.
Farklı yolculuklara açık bir kurgusu olan bu roman, sadece kendimize göre haklı olan bir tutku adına yapabileceklerimizin ikna edici ve masum bir anlatısı olarak okunabileceği gibi, içimizdeki “iktidar” ve “teslim olma” isteğinin hangi şartlarda ortaya çıkabileceğinin anlatısı olarak da okunabilir. Ya da iki ayrı sosyal tabakanın birbirine yakınlaşma çabalarının, aslında alt sınıfın üst sınıfa yaranma, üst sınıfın ise öğretmenlik kisvesine bürünerek “yığınları” mümkün olduğunca kendisinden uzak tutma kaygısından başka bir şey olmadığının çarpıcı bir anlatısı olarak da yorumlanabilir.
Sadece bir psikolojik gerilim  romanı olarak okunduğunda bile inanılmaz tatlar alacağınız Koleksiyoncu, bunun ötesine geçmekten ve kendi karanlıklarıyla yüzleşmekten korkmayanlara... Ya da  Fowles’un dediği gibi “Her insan kendisi için bir giz olmalıdır” sözüne inananlar için.
“Bu bir işkence öyküsü değil: Heyecan verici aşkın en güzel kanıtının ötekine ve onun arzusuna saygı göstermek olduğunu kim söyleyebilir? 
Güzelliğin ve baştan çıkarmanın bedeli, belki de hapsedilmek ve öldürülmektir…”
Jean Baudrillard, Baştan Çıkarma Üzerine
“Dehşet verici güzellikte bir ilk roman; son derece kendinden emin ve sıkı...
Acımasız, marazi ve kesinlikle ikna edici.”
Richard Lister, London Standard
“Koleksiyoncu’nun muhteşem, alışılmadık bir teması var. Psikolojik ve sosyal izler taşıyan kısa, dolaysız ve zekice yazılmış bir gerilim romanı.”
Alain Brien, Sunday Times        "
~~~~~~~~

john fowles sevemedim. kısmet olmadı. abanoz kule'yi okuyalı çok uzun yıllar oldu. ama o sıra verdiği hissi hatırlıyorum. beylik bulmuştum. hatta satır aralarında seksist. tamam güzel bir tattı ama nedense, ismini duyma sıklığıma kıyasla da lezzet vermemişti bana. bir tür "yüzeysellik" beni rahatsız etmişti. şimdi yazılma tarihine bakıyorum, 1974. belki benim kitabı yazılmasından 25 yıl sonra okumam, ondan önce henry miller, colette gibi yazarları tatmış olmam işleri biraz değiştirmiş olabilir.

daha sonra büyücü'sünü okudum. (1965 te yazılmış)  ölümlerden ölüm beğenmek gibiydi. fena halde spoiler (bir arkadaşım düşbozan demişti. tam karşılığı olmasa şiirsel) vermek olacak ama a dostlar, o kitapta hiçbir halt olduğu yok. bir muamma var, ama daha çok bir muammanın büyüleyici gölgesi arkasında koşup durmak var. gibi. o kitap beni bunalttı!

koleksiyoncu'yu bana barış önerdi. o önermese okumazdım. çünkü büyücü'den sonra hayatımdan john fowles'ı çıkarma kararı almıştım. fakat eksik kalacakmış. koleksiyoncu adamın 1963'te yazmış olduğu ilk kitapmış.  (bu arada koleksiyoncu bizde ilk kez 1992'de basılmış) 
ve nefis nefis nefis.


1965'te de film yapılmış. 


indirsek seyretsek. günümüz dünyasında geçen bir versiyonu da çekilebilir. tırnakları yiye yiye izlenir. belki artık enteresan bir konu bile olmayabilir sinemanın geldiği noktada. ama görmek isterdim.

kitap çok güzel bir yalınlıkla, ahlanıp vahlanmadan yazılmış, o sadelik, gün ışığı gibi kitaptaki gerçekliğin üzerine acımasızca vuruyor. umutla çaresizliğin arasındaki çizgide, olabilirlikleri ayıran o çizgi üzerinde, tüm kitap boyu bir o yana bir bu yana devrilerek ilerleniyor. kitap bittikten sonra zihin koşturmaya başlıyor. yutamadıklarını konuşmak, söylemek, kurtulmak istiyorsun.

bir alıntı:

"sıradan insanlar uygarlığın lanetidir.
ama o denli sıradandı ki olağandışıydı."

miranda kaçırıcısına caliban adını koyuyor. caliban shakespeare'in son oyunu "the tempest"ta bir karakter. çirkin, cahil bir yerli. prospero onun efendisi oluyor, büyü gücü sayesinde. caliban'ı kullanarak, annesinin hapsettiği miranda karakterini kurtarıyor (miranda'nın kahramanımızın da ismi olması çıkış noktası) ve caliban kullanılmışlığına duyduğu öfke ile, adaleti tahsis etmek için prospero'dan miranda'yı istiyor. tabi ki alamıyor. onun cehaleti ve kabalığı ve çirkinliği ile en sonunda yalnız bırakılan, terk edilen karakter oluyor. eh, 'the tempest'i okumadım ama ekşi sözlük, şu bu kurcalarken anlayabildiğim bu.

hikayemizdeki miranda, caliban ismini ondan duyduğu derin tiksinti, ve yine de o ilkel, cahil, kibarlığı bile kabaca, buyurgan olan karaterine veriyor. ama yine de bunların altında ulaşabileceği bir 'insan' aramaktan kendini alamıyor.

yine alıntı:
miranda G.P. ile geçen bir gününü ve diyaloglarını yazıyor. G.P. yi dinliyoruz:

"şehvet basittir." dedi. "insan anında anlaşmaya varır. ya iki kişi birden yatmayı arzu ediyordur, ya da biri istemiyordur. ama aşk. sevdiğim kadınlar bana hep bencil olduğumu söylemişlerdir. oysa beni sevmelerini de sağlayan budur. sonra da benden iğrenmelerini. nedir bencillik olarak kabul ettikleri şey biliyor musun?" diye sordu. bir yandan da Portobello Road'dan parça parça alıp onardığı, üzerine gazaba gelmiş iki atlının köşeye sıkıştırdığı bir alageyik resmi olan mavi beyaz çin porseleni fincanın kulbundaki zamkı tırtıklıyordu. küt parmaklı, yaptığını bilen eller. "kendimce resim yapmam," diye sürdürdü; "kendimce yaşamam, kendimce konuşmam canlarını sıkmaz. hatta bundan zevk bile alırlar. katlanamadıkları, kendileri gibi davranmadıkları zaman onlara duyduğum nefrettir."

insan kimi zaman ne kadar şevkle inatçı olabiliyor. miranda G.P. ile bir geceyi anlatıyor yine. onun evine gidiyor. kendisini kabul ettiriyor. bir müzik dinlemek istiyor. G.P. bach'ın goldberg variations'ını koyuyor.  miranda anlatıyor:

"yukarı çıkmama izin verdi ve beni divana oturttu, bir müzik koydu, ışıkları söndürdü ve ay ışığı pencereden içeri süzüldü. gökyüzünden bacaklarıma, kucağıma dökülen ağırbaşlı, sevimli gümüş renkli ay. yelken açmış gibi. odanın öteki ucundaki koltuğa oturdu, gölgede.
müzikti nedeni.
goldberg-variationen
sona doğru çok yavaş, çok basit, çok hüzünlü, ama sözcüklerle veya çizgiyle veya müzikten başka bir şeyle ifade edilemeyecek kadar güzel bir parça vardı, ay ışığında güzeldi. ay müziği, öylesine gümüşi, öylesine uzak, öylesine soylu."

işte şevkle inat etmek goldberg varyasyonlarını bulmak. onların 32 tane olduğunu saptamak. sondan geriye doğru dinlemeye başlamak, tarifteki müziği bulmak için. ve bulduğumu sanıyorum! bence varyasyon 25! serdar "bilemezsin" dedi. aslında 25 i duyar duymaz diğerlerini dinlemeyi düşünmedim bile. ama haklı olabilir. o da belki baştan sona dinleyerek, uzun yoldan hangisi olduğunu çıkartmayı deneyecek. belki aynı parçada uzlaşabiliriz.



birkaç farklı kişiden dinledim ama buna kani oldum. 

kitapların içinde geçen kitaplar beni hep büyülüyor. peşlerine düşmek, kim olduklarını bulmak, elime alıp okumak istiyorum.
miranda bana kovalanacak ipuçları bırakmaya devam ediyor.

"alan sillitoe'nun saturday night and sunday morning'ini yeni bitirdim. beni sarstı. hem içeriği sarstı, hem de burada olduğum için sarsıldım.
geçen yıl john braine'in room at the top'ını okuduğum zaman sarsıldığım gibi sarsıldım. bu kitapların çok zekice yazıldıklarını biliyorum, alan sillitoe gibi yazmak harika bir şey olsa gerek. gerçek, sahtelikten uzak. neyi kastediyorsan onu söylemek..."

iştah açıcı. hemen wikipedi maharetiyle bakıyorum ki bu ikisi aynı zamanda ellilerde ortaya çıkan "angry young man" grubunun da üyeleriymişler. gruptan hiçkimseyi okumamışım. harold pinter tanıdık, o kadar.


~~~~~~~~~~

kitapta kıvırdığım köşeler bitti. bunca dönüp dolaşmaktan sonra biraz da kitaptan bahsetmem gerek gibi geliyor.

frederick, yani caliban, miranda, yani miranda ve tamamen öykünün dışarısındaki G.P.

frederick mirandayı kaçırır. ona takıntılıdır. uygun şartlar oluşur, hayatında ilk kez istediği gibi davranmakta özgürdür ve o tutup mirandayı kaçırır. çünkü tüm o "haksızlığa uğramış, kadersiz" halinin ötesinden uzanarak küstahtır. mirandanın tutsaklığının en zorlu yanı izolasyonudur. dış dünyadan güncel hiçbir şeye ulaşamaz. caliban adını verdiği zorba, onun çıkışının tek yoludur. bu çıkışı ikna yoluyla mı, dirençle mi, fırsatını buldukça kaçmaya çalışarak mı yapacağı üzerine kafa yorup kararlar veredurur, denemeler yapar, ama bir yandan zaman geçer. yalnızlık ve zaman içerisinde kendini, değerlerini, yapıp ettiklerini gözden geçirir, diğer yandan da kendine en uyan şekilde, kendisi olma becerisini yitirmeden deneyimini göğüslemeye çalışır. 

bu en sonuncusu çok önemli. çeşitli hal ve durumlarda "başarılı" olmayı neye göre tanımlıyoruz? bir kısım öğrenilmiş, genelgeçer göstergelerin rahatlığında yoluna devam ederken, kimimiz de savaşta "erdemlerimizi" yitirmemeye çalışırız. savaş yerine yol demek lazım herhalde. hayat denen şeyin içerisindeki tüm çeşitlemelerin yola ait, yola dair ve yolun parçası olduğunu kabul ederek.


bu yazı biraz didaktik sonlanmaya doğru gidiyor. öyleyse duruyorum:)

~~~~~~~~~~

1 yorum:

  1. Golden Nugget Casino - MapyRO
    Golden Nugget Hotel 경기도 출장안마 & Casino. 2113 Las Vegas Boulevard 거제 출장마사지 South, Las Vegas, NV 논산 출장마사지 89103, United 화성 출장샵 States. Directions · (702) 888-9970. Call Now · More Info. Hours, Accepts Credit Cards  Rating: 2.2 · ‎4 votes 김천 출장마사지

    YanıtlaSil