28 Şubat 2011 Pazartesi

patricia highsmith, derin sular


patricia abla bay ripley ile anılan bir yazar ve ne bileyim, yetenekli bay ripley ve ripley'in tüm o diğer maceraları bir türlü bana hitap etmemiştir. aslında kitaplarında görece daha iyi ama filmini ne bileyim, belki de oyuncuya kıl olmaktan (mat damon) şans vermemişimdir.
ama durayım bir dakika, filmden karelere bakınca hatırladım, bir kaç ay önce ikinci kez izlediğimde sevmiştim filmi aslında, evet. sanırım ripley'in sosyopatisi ile hiçbir duygudaşlık kuramamak, kafasının içinden geçeni, niyetini amacını çok da anlayamamak kişiyi uzaklaştırıyor ki esasen aslında patricia highsmith'in en sevdiği şey de kurgudan ziyade kişi, psikoloji olduğu için, çok da başarılı bulmam gerek.

psikolojiyi de aslında abartmadan, altını çizmeden, yüceltmeden doğallıkla veriyor, ki biz bunun tersine alışmışızdır hep, o yüzden bu gerçek hayat yalınlığındaki haller ufaktan bir düşkırıklığı yaratıyor. geniş kullanıyorum da, "bende" demek istiyorum aslında. şunun gibi, yazında, sinemada şizofrenler enfestirler ki hatırlıyorum bluğda hayrandım onlara, ya ben de biri olmak istiyordum (bkz. bir şizofren bile değilim!) ya da şööööyle esaslı bir şizofrenin kankası olaydım. geliniz görünüz ki gerçek hayatta şizofren akrabaları, eşleri, dostları, anaları, babaları ufak çapta "basit" ve "hayati" bir kabus içerisinde yaşamaktadırlar. ve onların biriyle tanışsanız, zaman ve mekan paylaşsanız ne kadar na-sinemasal bir dümdüzlükle hayatın zorlaştığını görürsünüz aslında.

patricia highsmith işte yaldızsız ve gerçek hayat banalliğine yakın bir tatta tutunca söylemini belki de benim gibi muhtelif polisiye deviricilerine biraz yavan kalıyorlar diyebilirim. ve yine de bunu demek istemiyorum çünkü ilk okumalardan sonra gitgide keyif almaya başladığımı itiraf etmeliyim. yazının başı gümbürtüye gitmiş gibi olsa da, girizgahtır ve benim yazarla kişisel ilişkimin gelişimidir diyerek anlayış gösterile.

ah bu arada tarihte bu ilişkinin başladığı noktaya dönecek olursak, derhal eser'i anmak durumunda kalırım ki, onun tavsiyesidir bana bu hatun kişi. utanarak söyliyeyim, ilk kez artık nasıl bir kıllıkla izlediysem ripley'i, okuduğum kitap onun maceralarından biri çıkınca tavsadıydım baya. üstüne diyebilirim ki 5 yıl geçti. aralıklı olarak baya bi kitabını okudum ya, yine de hani saldırarak değil, alternatifsizlikten falan.

neyse neysee, derin sularda itiraf edeyim, teslim ettim hakkını hatunun. çok sevdim. çok keyifliydi. yine bir sosyopat, ya da tanıtımda da söyleddiği gibi (ben ne anlarım ki bunun teşhisinden) kimbilir belki de bastırılmış bir psikopat, ve kahramanın o olduğu bir anlatım. yani 3. şahıs ile anlatılıyor ama kamera adamımızın üzerinde. ama bu sefer öyle bir sevdim ki karakteri, cinayeti işlediğinde tüm sevgimle ahhh, be yapmasaydın keşke dedim. ama affetmeye de hazırdım hani. dengeden dengesizliğe, kontrolden kontrolsüzlüğe yavaş yavaş geçişin çok keyifle verildiği, sevdiğimiz katil karakteriyle sevmediğimiz "düşman" karakter olan karısının gitgide gönlümüzde yer değiştirmesinin yumuşak akışı çok başarılıydı. yine bir burukluk, bir hüzün tadı damakta, çok fena halde doğru dosdoğru bitti kitap.
ah ben sevdim...


arka kapakta yazanları kopyalayalım buraya:

'Polisiye romana felsefî bir boyut getiren, Yetenekli Bay Ripley, Fidyecinin Peşinde gibi yapıtlarıyla tanıdığımız Patricia Highsmith, suç olgusuna çok farklı bir açıdan yaklaşır; basitliğin içindeki derinliği yakalar. Highsmith'in en önemli romanları arasında anılan Derin Sular'ın en çarpıcı yanı da, bir psikopatın portresini baştan sona görülmemiş bir beceriyle çizebilmesidir. Highsmith, bu romanında da, sıradan kişilerdeki öldürme güdüsünü, suçun insanlar üstündeki etkisini olanca psikolojik derinliğiyle su yüzüne çıkarır. Onun Derin Sular'ında yüzerken, akıl ile akıldışı arasındaki sınırların yavaş yavaş ortadan kalktığını hissederiz. Bir eleştirmenin dediği gibi: 'Bir örümcek sinekleri yazmaya kalksaydı nasıl yazardı, Highsmith de insanları öyle yazar işte.'

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder